Site icon Hedza

Edebiyatta Gıybet Kazanı

Edebiyat… Yazılan şiirler, hislerin aynası değil midir zaten, hissetmeden yazılabilir mi böyle şaheserler… Değerli edebiyatçılara ilham olmuş aşk hikayeleri, ihanetler… Sizler için anlattım:

Cemal Süreya ile Ankara’daki Sanatseverler Derneği Lokali’nde tesadüfen aynı masada rakı içerken tanıştılar. Tanıştıklarında ikisi de evliydi, bazı rivayetlere göre birlikte olabilmek için eşlerinden boşandılar.
Cemal Süreya onun için bu dizeleri yazdı:
“Ay ışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni”  

Her akşam işten çıkar çıkmaz eve dönen Cemal Süreya’ya bir gün Tomris Uyar, “Biraz gez dolaş, arkadaşlarınla buluş, vakit geçir” dedi. Ertesi gün on dakika geç geldi Cemal Süreya, bir sonraki gün on beş, daha sonra yarım saat. Bu akşamlardan birinde, örtü silkelemek için pencereyi açan Tomris’in apartmanın girişinde oturan Cemal’i görmesiyle gerçek ortaya çıktı. Her akşam iş çıkışı eve geliyor ama aşağıda oturup “gecikiyordu” Süreya. Tomris Uyar bu duruma “Şahsiyet Rötarı” adını koydu. Üç yılın sonunda tükenen bu tutkulu aşk, dostluğa evrildi.
Ayrılığın ardından Tomris Uyar, “Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı” dedi. Cemal Süreya ise Tomris Uyar’a şu sözleri söyledi: “Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikâyen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim; benim ağzımdan kimse duymayacak” ve o günden sonra hiçbir şey yazmadı.

Uzun soluklu aşk; Turgut Uyar.

 Tomris Uyar, Turgut Uyar ile tanışmalarını şöyle anlatır:
“1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı.
Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim… Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu”

Ankara’da tanışan ikilinin şiir üzerine başlayan ilişkisi aşka doğru sürüklendi. 7 yıldır şiir yazmayan Turgut’a, Tomris esin perisi oldu. 1969’da evlendiler ve bu evlilikten Turgut adında bir çocukları oldu. Turgut Uyar’ın Tomris’i kaygıyla, kaybetme korkusuyla sevmesini Tomris şu sözlerle anlatıyor: “Turgut, her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım.” 

Tomris’in en uzun soluklu ilişkisi, 1985’te Turgut Uyar’ın hayatını kaybetmesiyle son buldu. Geriye “Bozuk Saat” adlı şiir kaldı:

Herkes seni sen zanneder.
Senin sen olmadığını bile bilmeden,
Sen bile..
Seni ben geçerken,
Derim ki,
Saati sorduklarında;
Onu “O” geçiyordur.
Kimse anlam veremez.
Tamir ettirmedin gitti derler şu saati.
Ettirmek istiyor musun demezler.

Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.

Zamanı durdururum yüreğimde,
Sensiz geçtiği için,
Akrep yelkovana küskündür.
Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür.
Bil ki akrep yelkovanı geçerse,
Atan bu yüreğim durur.
Bırak bozuk kalsın, hiç değilse;

Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.

Fazla şiirden ölen Edip Cansever

Fazla şiirden öldü, doğru, aynı zamanda platonik aşkından da öldü. “Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…” yazmıştı peçeteye, Tomris ile baş başa oturdukları bir rakı masasında. Diğer şairler arasında en şanssızıydı, Tomris’i kendine âşık edemedi. Turgut Uyar’ın en samimi arkadaşlarından biriydi. Tomris’e karşı saklayamadığı bir sevgi ve hayranlık besliyordu. Cansever, her 15 Mart’ta, Tomris Uyar’ın doğum gününde, yeni bir şiir yazıp yayımlayarak aşkını tekrar tekrar ilan ediyordu.

“…
bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
adını yenile bu yıl, ama bak Tomris uyar olsun gene
ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
oysa güneş pek batmadı senin evinde
söyle
ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.”

Tomris Uyar, Edip Cansever için şunları söylemişti: “Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.”

Ölmeme Günü

Bir 26 Mart günü aralarında Edip Cansever, Cemal Süreya, Can Yücel, Turgut Uyar ve Tomris Uyar’ın da bulunduğu bir grupta söz ölüme gelince, Turgut Uyar meyhaneciden bir şişe rakı söyledi ve “Bu şişeyi gelecek sene bugüne kadar saklıyoruz, 26 Mart’ta burada yine buluşup birlikte içeceğiz bu rakıyı” dedi ve 26 Mart’ı “Ölmeme Günü” ilan ettiler.
1985’te Turgut Uyar’ın ölümüne kadar her gün bir araya geldiler.

Türk edebiyatında hem eserleriyle hem de ulaşılmazlığıyla kendinden söz ettiren Tomris Uyar, 2003 yılında aramızdan ayrıldı.

 Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Mona Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.

Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına, güzeller güzeli Muazzez’e (Mona Rosa) sevdalanır. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz. Muazzez Hanım’ın Mülkiye’de okurken “pingpong şampiyonu” olduğunu öğrenen ezik ama onurlu Ergani çocuğu Sezai, uzak bir köşeden Muazzez’in pingpong oynamasını izlemektedir. Muazzez topa şımarık bir edayla vurdukça “Ha Sezai ha ping-pong masası” diye içlenmektedir.

Ha Sezai ha ping-pong masası
Ha ping-pong masası ha boş tüfek
Bir el işareti eyvallah ve tak tak
Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi
Ne kadar güzel ne kadar sıcak
Tak tak tak tak tak.

Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e ,
P î r â y e !…» — diye…

Piraye, Nâzım Hikmet’in kızkardeşinin arkadaşıdır. Kocasından ayrılmış, bir erkek ve bir kız çocuğu sahibi dul bir kadındır. 1935’te kimseye haber vermeden evlenirler. İstanbul’a yerleşirler. Ama rahat olamazlar ki… Nâzım Hikmet’in mahpusluk günleri başlayacaktır… O kadar çok şiir yazmıştır ki Piraye’ye.

Karadutum çatal karam çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın…

Bedri Rahmi’nin bu şiirini duymuşsunuz, herkes eşine yazdığını düşünür ama o bu şiiri Mari Gerekmezyan’a yazmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir. O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapmış; Bedri Rahmi bu büstü, Mari’nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştır. Yorgun yürek “Karadut” 1946’da menenjit-tüberküloz kapmış ve şairin tüm çabalarına rağmen aynı yıl vefat etmiştir, şairi tekrar iyileştiren ise yüce gönüllü sıfatına layık eşidir.

 Attila İlhan anlatır: 12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.

Bir kadın ismi sanılan “müjgan” Farsça’da “kirpik” anlamına geliyor ve Şair’in “müjganla ağlaşmak”tan ne söylemek istediği orada çözülüyor.

şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
o mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız
gitti dostlar, şölen bitti ne eski heyecan ne hız
yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
o mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız

bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
gittiler akşam olmadan ortalık karardı…

İngiliz şair Violet Trefusis ile yaşadığı çalkantılı ilişkisinin bitiminden dört yıl sonra, peyzaj tasarımcısı Vita Sackville-West gönlünü kendinden on yaş büyük Virginia Woolf’a kaptırdı. Onlarınki, Woolf’un Vita’dan esinlenerek yazdığı devrim niteliğindeki romanının başkahramanı gibi yegâne bir aşktı. Öyle ki, aşkları yıllar geçtikçe biçim değiştirdi, ateşli bir tutkuya; derin, hassas duygusal yakınlığa ve de çok sıkı bir dostluğa dönüştü. Sackville-West’in oğlu Nigel Nicolson 1937’de yazdığı Portrait of a Marriage: Vita Sackville-West and Harold Nicolson  (Bir Evliliğin Portresi: Vita Sackville ve Harold Nicolson) adlı kitabında Virginia Woolf ve Vita Sackville-West arasındaki ilişkiyi derin bir saygı ve duyarlılıkla gözler önüne seriyor. Ayrıca, ikilinin ilk tanışmalarından, Vita’nın Virginia’nın ölüm haberini alana dek olan sürede paylaştıkları aşkın (bu öyle bir aşktı ki, Vita’nın Virginia’nın kocasına yazdığı baş sağlığı mektubunda bile gayet canlı bir şekilde görülüyordu) büyüklüğüne ışık tutmak amacıyla, kitabında kendi annesinin mektup ve günlük çizimlerine yer veriyor.

Aralarındaki sıra dışı bağ, Virginia’nın kırk yaşında olduğu ve ilk edebi başarısı MrsDollawayin çıkmasına daha üç yıl kaldığı Aralık 1922’de başladı. Tanışmalarından dört gün sonra Virginia, Vita’yı küçük bir akşam yemeği partisine davet etti. Vita, Horald Nicolson adında bir diplomat olan kocasının da aynı zamanda eşcinsel olduğundan 19 Aralık 1922 tarihli mektubunda bahsediyordu.

“Virginia Woolf’a tam anlamıyla hayran kaldım, siz de olsaydınız hayran kalırdınız. Onun cazibesi ve kişiliği karşısında oldukça etkisiz kalırdınız. Mrs. Woolf oldukça sade yine de büyük bir şeyin izlenimini veriyor. O, kelimenin tam anlamıyla doğal biri, üstünde hiçbir takı yok, hatta gayet kötü giyimli. İlk önce onun çok sıradan olduğunu düşünüyorsunuz, ama sonra bir çeşit manevi güzellik size kendini kabul ettiriyor ve onu izlemeyi büyüleyici bulmaya başlıyorsunuz. Dün gece daha şıktı, yani, turuncu yün çoraplarını sarı ipeklerle değiştirmiş ama yine de topuklu ayakkabı giyiyordu. Aynı zamanda hem mesafeli hem de insan, bir şey söylemek isteyene kadar sessiz kalıyor, ama söylediği şeyi fevkalade söylüyor.”

Woolf’un “oldukça yaşlı” (kırk yaşında) olduğunu belirttikten sonra, Vita arzulu ve havai bir şekilde ekliyor:

“Şimdiye kadar çok nadiren birinden bu kadar hoşlandım ve galiba o da benden hoşlanıyor. En azından beni, yaşadığı yere Richmond’a çağırdı. Tatlım, ben galiba gönlümü kaptırdım.”

Takip eden diğer haftalarda, Vita’nın kendinin “Virginia’nın istediği şeye dönüştüm” iddiasında bulunana kadarki beş yıl boyunca Vita tamamıyla gönlünü kaptırmış ve iki kadın arasındaki samimiyet birbirlerini daha da yakına çekmişti.  Ertesi Şubat ayında günlüğüne Vita şu şekilde bir giriş yapmıştı:

Richmond’da Virginia ile akşam yemeği yedim. O her zamankinden daha da güzel. Aşkın insanı sıkıcı yaptığını fakat yaşam coşkusu, insanlara yakın olan “küçük hareketler”de yatar derken ne kadar da haklı. Ama belki de insanlık konusunda deneysel olduğu ve hayatında hiçbir yüce tutku olmadığı için böyle hissediyor.”

Bir ay sonra Vita tekrar günlüğüne içini döküyor:

“Tavistock Meydanı’nda Virginia’yla öğle yemeğindeydim. Buraya daha yeni geldi. İlk defa onla uzun süredir yalnız kalıyorum. Annemi görmeye gittim ama zihnim hep Virginia ile dolu.”

Sonrasında Nicholas, aralarındaki iletişimin bir süre kesildiğini belirtiyor. Virginia başlarda duygusal anlamda çelişkili duruyordu. Bir an umutsuzca Vita’ya kendini kaptırıyor-kendi günlüğünde tam anlamıyla gerçek bir kadın olmadığını yazmıştı-, başka bir an da bu çekimin aniliğinden ve yoğunluğundan bezmiş bir halde oluyordu.  Woolf’un beraber eleştirel bir aile gazetesi hazırladığı ve ilerde onun resmi biyografi yazarı olacak çok sevdiği yeğeni Quentin Bell aşağıdaki yorumda bulunuyor:

“Virginia muhtemelen Vita’nın duygularının farkına vardı ve belki de ilk karşılaşmalarında kendi duygularını da sezdi, böylece Vita yanındayken gencecik bir kız gibi utanmış ve, sanırım, bu da onda bir tehlike hissi uyandırmıştı.”

Nicholson ise olaya kendi annesi tarafından bakıyor ve ekliyor:

Vita, Virginia’nın zihninin ve vücudunun zarafetinin gayet farkındaydı ve şömine başında yaşanan (Vita, Virginia’nın sandalyesinin yanında yerde oturmaktan çok hoşlanıyordu.)küçük inceliklerle başlayan, daha sonra giderek daha fazlasına dönüşen dostlukları sevgi dolu bir şekilde ilerledi.”

 Ama aralarındaki bu küçük şey hiçbir açıdan hafife alınamazdı çünkü hiçbir aşk basit bir mesele değildir hele ki onlarınki kadar büyük bir aşk. Vita, Virginia’nın sevgilisi ve ilham perisi oldu. Vita, aynı zamanda LGBT aşları politikasında devrim yaratan, Virginia’nın 1928 yılında yayımlanan ezber bozan kitabı Orlandoya esin kaynağı olmaya devam etti. Nicolson bu romanı şiirsel bir dille şöyle açıklıyor. “Bu roman edebiyattaki en uzun ve en büyüleyici aşk mektubu, öyle ki kitapta Virginia, Vita’yı keşfediyor, onu yüzyıllara serpiştiriyor, bir cinsiyetten diğerine döndürüyor, onunla oynuyor, ona kürkler, danteller ve zümrütler giydiriyor, kızdırıyor, flört ediyor, etrafını bir sis bulutuyla sarıyor sonunda Vita’yı Long Barn’da köpeklerle çamurlar içinde Virginia’nın gelişini bekler şekilde resmediyor.”

Orlando’nun yayımlandığı 11 Ekim 1928 tarihinde Vita, hiçbir müsriflikten kaçınmayacak şekilde hazırlanmış bir paket teslim aldı. Pakette, Vita’ya özel teslim edilecek Niger derisi içinde muhafaza edilmiş, kitabın ilk kopyası ve Virginia’nın orijinal el yazması nüshası vardı. Kitabın sırtına da Vita’nın baş harfleri kazınmıştı. Yıllar sonra, Virginia’nın ölüm haberini alınca, Vita, Virginia’yı, şimdiye dek bildiği “zihnin ve ruhun en sevimlisi” ve “hiçbir zaman yeri dolmayacak bir kayıp” diyerek, bir zamanki sevgilisi ve ömürlük dostu olarak tanımlamıştır.

Nicholson annesinin Virginia ile olan ilişkisini yazarken şuna dikkat çekiyor. Çağın standartlarına göre uygunsuz olsa da, iki kadının da sürdürdüğü açık evlilikler, onların saygılı eşlerinin kırılmaz entelektüel ve manevi bağları sayesinde devam etmiştir.

Vita’nın hayatında Horald dışında Virginia’nın arkadaşlığı en önemli gerçeklikti, tıpkı Virginia’nın hayatında Leonard ve belki kızkardeşi Venessa hariç en önemli gerçekliğin de Vita’nın dostluğunun olması gibi.  Eğer Vita-Horald ikilisine bir denk aramak gerekirse, Virginia-Leonard çiftiyle karşılaşılır. Fakat Virginia’nın cinsel anlamda soğuk(frijit) olması, Leonard ‘ın ise eşcinsel olmaması gibi aralarında farklar olduğunu kabul etmek gerekir. Evlilikleri, birbirlerine sağladıkları özgürlükleri, aşklarının yenilmezliği, eşleriyle ilişkilerinin tensel olmayan, entelektüel ve manevi temelli olması, düzene karşı çıkmaları, yaşamın zevkine bakmada dördünün de istekli olması,  sıkı çalışmaları, duygularıyla tehlikeli oyunlar oynamaları ve birbirlerine olan ilgileri bakımından benzerdir. Leonard’ın Virginia salondan geçerken onun yorulmadığını veya fazlaca heyecanlanmadığını görmek için ona nasıl baktığını çok iyi hatırlıyorum. İncil’deki Yusuf’un Meryem’i gözetmesi gibiydi sanki. Woolf ve Nicolson aileleri arasında kıskançlık yoktu, çünkü ikisi de “güven” kelimesini kendi iradeleriyle aynı şekilde tanımlıyorlardı.”

 

 

 

Exit mobile version